Elinize büyük bir dünya haritası alın ve pergelinizin bir ucunu İtalya’nın başkenti Roma’ya koyup, batıdan İspanya, kuzeyden Ren, kuzeydoğudan Tuna, doğudan Fırat, güneyden de Sahra’ya kadar uzanacak şekilde ve Romalıların mare nostrum, bizim deniz ( Bizim denizimiz Can Yücel’in Mare Nostrum şiirinde dediği gibi, Deniz Gezmiş’tir.) dedikleri Akdeniz’i içdeniz kabul ederek bir çember çizin. İşte burası, Orbis Romanus, Roma Ülkesi ya da Roma Evreni’dir. Roma Havaalanı’na ilk kez indiğimde aklımda bunlar vardı. [1]
Bir saat önce yerleştiğimiz odamızın, otelin arka bahçesine bakan penceresini açtığımda gördüğüm manzara tarifi imkansız ayrıntılarla doluydu. Elimde viski kadehiyle ayak ucuna iliştiğim yatağımızdan açılan pencerenin bana sunduğu nimetleri seyrederken, saat akşamüzeri yedi olmasına rağmen, aklıma Stefan Zweig’in şu sözleri geldi: “Toskana – burada dünyanın ebedi sabahı aydınlandı, batı âleminin sanatı burada doğdu.” Sanki Floransalı ustaların fırçasından çıkmış gibi, otelin bahçesinin bittiği çitten başlayarak uzaklara doğru alçalıp yükselerek uzanan üzüm bağları, giderek alçalan güneşin zayıflayan ışıklarıyla pastele dönüşmüş yeşilin bin bir tonunu yansıtıyordu. Uzaklardaki alçak dağlarda son bulan bu ılık ve pastel renk cümbüşüne insanın hayallerini zorlayan bir sakinlik eşlik ediyor, tabloyu ise, manzaranın hemen sol tarafında yükselen ağaçta durmadan şakıyan bir bülbülün bitmez tükenmez nefesi tamamlıyordu. Yarın sabah, güneş ışıklarını tıpkı şu anda oluğu gibi ama daha güçlü bir biçimde yatay bir açıyla ışınlarken, dünyanın aydınlanan ebedi sabahına uyanacağımızdan hiç, ama hiç kuşkum yoktu.
Siena’nın güneyinde bulunan Montepulciano yakınlarındaki 18.y.y’dan kalma, oldukça geniş bir arazi üzerine inşa edilmiş ve büyük ana bina dışında bir çok küçük binadan meydana gelen büyüleyici güzellikteki Poggio Alla Sala Oteli’nin odaları geniş, tavanları yüksek ve işlemeli, pencereleri büyük ve hemen hemen tüm İtalya’daki evlerin pencerelerinin olduğu gibi tahta panjurluydu.
23 Mayıs 2012 günü, İstanbul’da saat 4:40’da saatin çalmasıyla uyanarak başlayan İtalya yolculuğumuz, uçağımızın Roma’ya inmesiyle devam etmiş ve Umbria Bölgesi’nin güneyinde yer alan yüksek bir tepeye kurulmuş Floransa – Roma yolundaki en büyük ortaçağ kasabası olan Orvieto’yu ziyaretimizle hız kazanmıştı. Konumu, Etrüsklerden kalan – ki, Toskana, İngilizce Tuscany, Latinlerin Etrüsklere Tusci demeleri, bu sözcüğün de zamanla Tosca şeklinde telaffuz edilmesinden anlaşılacağı üzere Etrüskler’den gelmektedir – tarihi, ortaçağı yansıtan taş evleri ve daracık sokakları, Gotik tarzın mücevheri sayılan Duomo’su (Türkçe katedral, Almanca Dom) ile İtalya’nın en ilginç kasabalarından biri olan Orvieto, 300 metre yükseklikteki volkanik bir platoya kurulmuş olduğundan fünikülerle tırmanılabilen, üzüm bağlarının ve bahçelerin olduğu yemyeşil bir doğanın ortasında adeta bir kale gibi yükseliyordu. Ön cephesindeki başlangıç ve kıyametin resmedildiği kabartmalar Duomo’yu benzersiz kılıyor, yapımına 13. y.y’da başlanan ve 300 yıl gibi uzun bir sürede tamamlanan bu katedral, Orvieto’nun kalbinden yükselerek göğü deliyordu.
Duoma’nın bulunduğu meydandan daha küçük bir meydan olan Piazza della Repubblica yani Cumhuriyet Meydanı’nda bulunan belediye binası ile kilisenin arasından sıyrılıp yükselen onikigen saat kulesi ise Ovieta’nın en ilginç eserlerinden biriydi.
Otelimize dönerken Duomo’nun bulunduğu meydana gelemeden önce rehberimiz Christian bir sürpriz yaptı ve bizi Orvieto’nun kütüphanesine soktu. Christian’ın ısrarlarına dayanamayan güleç yüzlü kütüphane müdiresinin önderliğinde yaptığımız bu kısa kütüphane turu bizi şaşkınlığa gark etmişti. Nasıl oluyordu da yaklaşık 21.000 nüfuslu böylesine küçük bir kasabada, öğrencilerle dopdolu, böylesine büyük bir kütüphane olabiliyordu? Doğu ile Batı dünyası arasındaki fark belirmeye başlamıştı.
* * *
Daracık sokaklarda turlayıp hayran kaldığımız taş evlerden birinin önünden geçerken, öğlen yemeğinde yediğim deniz mahsullü salata ile içtiğim beyaz şarabın etkisi ve ilk günün verdiği yorgunlukla kendimi aniden evin içindeki sedirin üzerine uzanmış bulduğumda, açık pencereden vücudumun üst tarafına vuran ılık öğleden sonrası güneşi içimi ısıtıyor, esen tatlı bir rüzgar yüzümü yalıyor, yorgunluğumun ayak parmaklarımın ucundan dışarıya doğru aktığını hissederken uyuyup gidiyordum. Rüyamda kendimi Akhisar – Zeytinliova’daki zeytinliğimizde buluyor, yanımda annem, birlikte zeytin topluyorduk. Ağaçların, bildiğim zeytin ağaçlarından farklı olduğunu görünce, “Anne bu zeytin ağaçları tuhaflaştı mı ne? Dalları, ağacın belli bir yüksekliğinden sonra aşağıya doğru sarkıyor. Bunlar bizim ağaçlarımız değil.” diye sesleniyorum.
Yan yana oturduğumuz eşim Ayşen’in uzaktan gelen ılık nefesi ve tatlı sesiyle “Bülent geldik, haydi uyan” diye fısıldamasıyla uyandığımda, otobüsümüz Montepulciano yakınlarındaki otelimize yaklaşmaktaydı. Annemi üç yıl önce beklenmedik biçimde kaybetmiştim. Toskana’da gördüğüm zeytin ağaçlarının dalları da rüyamdaki gibi belli bir yükseklikten sonra aşağıya sarkıyordu.
Yolun her iki tarafında ve yola dikey istikamette uzanan üzüm bağları bir süre sonra yerini dev servi ağaçlarına bıraktı ve otelimiz yolun sonunda göründü.
Akşam yemeğinde, yediğimiz yemeğe göre tattığımız şaraplar yaklaşık 19 saatlik yorgunluğa eklenince rüya bile göremeden uyudum. Otobüste gördüğüm rüya bugün için yeterli olmuştu.
İkinci ve Uzun Bir Gün / Pienza, Bagno Vignoni ve Montepulciano
Otobüsümüze binmiş, Toskana’nın derinliklerine, Pienza’ya doğru yol alıyorduk. Fonda bitmez tükenmez enerjisiyle durmadan anlatan, anlatırken güldüren, güldürürken düşündüren rehberimiz Christian’ın sesi çınlıyor, önümüzde sağa sola kıvrılan incecik bir yol uzanıyor, etrafımızda ise nereye baksak ressamın fırçasından yeni çıkmış çerçevesiz ve bir bütünün parçalarını oluşturan dev manzara tabloları bize bakıyordu. Sanki dev bir resim galerisinde ağır ağır yol alıyorduk. Diğer bir deyişle, yolumuzun her iki tarafında da yeşilin bin bir tonunun dans ettiği, zaman zaman katır tırnaklarıyla sararıp zaman zaman da gelincik tarlalarına dönüşüp kızararak uzayıp giden Toskana – siz deyin vadileri ben diyeyim ovaları, ama ne vadi ya da ovalar – Claude Monet’nin “Gelincik Tarlası”nı andırıyordu. Zaman zaman daha iyi fotoğraf çekebilmek için otobüsten iniyor, gelincik bahçelerine dalarak katır tırnaklarının mis gibi kokularını ciğerlerimize çekerken kendimizden geçtiğimiz de oluyordu.
* * *
Üzüm bağlarının arasından kendilerini göstermeye çalışan irili ufaklı eski taş evlerin bile UNESCO’nun koruması altında olduklarını görüp duyunca, başta İstanbul olmak üzere hemen hemen tüm şehirlerimizde her gün şahit olduğumuz inşaat katliamlarını düşünmeden edemedim. Kentsel dönüşüm gibi kulağa hoş gelen bir ifadeyle ruhları teslim alınan şehirlerimizin geleceğini düşününce nasıl iyimser olunabilirdi ki? Sonra birden çocukluğumun Akhisar’ındaki bağ evlerine büyük bir özlem duydum. Neden artık yoklar diye de söylenip durdum. Acaba bunun sebebi, kendi Rönesans’ımızı gerçekleştiremememiz miydi?
İtalya’da restorasyon demek, eskiyi – eğer yıkılacak durumdaysa ayakta tutmak için sadece destekleyecek elemanları ekliyorlardı – hiçbir ekleme yapmadan aynen korumak demekti. Cortona’da gördüğüm dev bir duvar, alttan Etrüsklerle başlıyor, ortada Romalılarla devam ediyor ve üstte ortaçağ ile son buluyordu. Bir kısmı yıkılacakmış gibi görünmekle birlikte hiçbir ekleme yapılmamış, arkadan son derece düzgün kesilmiş ve oldukça eski bir görünüm arz eden kalaslarla desteklenmişti. İstanbul’daki Çırağan Sarayı’nın, caddeden geçenler tarafından görülebilsin diye, duvarlarını yıkmak isteyen Turgut Özal ile buna engel olan – iyi ki olmuş – Erdal İnönü arasıdaki fark buradaydı. Öyle bir fark ki, – bir oximoron yapmama izin verilirse – kalitatif anlamda ve tam 100 yıllık; kapatılması imkansız. İstanbul’daki metro inşaatı sırasında yapılan kazılarda çıkan Bizans kalıntılarına çanak çömlek diyenlerden söz etmeye gerek bile görmüyorum.
* * *
Daracık sokaklarında olaşırken pencerelerinden sarkan çiçeklerle süslenmiş geleneksel Pienza evlerinin fotoğraflarını çekmek ayrı bir zevkti. Taş, hiçbir sıva vurulmamış ama tertemiz, insanı içine almak için davetkar biçimde bizi gözetleyen, pencerelerindeki dantel perdelerinin bir gelin gibi süzüldüğü, dimdik ayakta duran bu ortaçağ evlerinden her hangi birine yerleşmek ne kadar hoş olurdu. Hele şehrin surlarından dönüştürülmüş bir ev olursa, önü bir meydana, arkası ise, siz deyin elli ben diyeyim yüz metre yükseklikten uzaklardaki üzüm bağlarına, oradan da rehberimiz Petrini’nin söylediğine göre Robin Hood’un yaşadığı kaleye bakacağı için sıkılmazdım da; ön pencereden meydanda dolaşanları, arka pencereden ise kaleden atına atlayarak ayrılan Robin Hood’un yoksullar için nasıl savaştığını seyrederdim.
Dört beş çeşit peynir ve iki çeşit makarna yiyip iki çeşit şarap içtiğimiz öğle yemeğinden sonra Montepulciano’ya doğru ağır ağır yol alırken aklım ince ince işlenmiş dantel perdeli pencerelerinden sardunyaların sarktığı küçücük evdeydi.
* * *
Ama, sürpriz bir biçimde, kendi küçük, ana meydanı büyücek bir havuzdan ibaret olan termal su cenneti, Andrei Tarkovski’nin ünlü Nostalji filmini çektiği ve belki de küçük olduğu için gördüğümüz diğer kasabaların aksine düz bir alana kurulmuş olan Bagno Vignoni’ye geldiğimizde kendime bir başka ev buldum. Meydana bakan ev, otel ya da işyerlerinden çıktığınızda yaklaşık üç dört adım attıktan sonra başlayan havuz, muhtemelen 60/70 metre uzunluğunda 20/25 metre genişliğinde olup kaynak sularla besleniyordu. Havuzun aşağıya doğru meylettiği bir kenarındaki incecik deliklerden akan sular ise yer altından geçerek meydana üç dört sokak ötedeki Roma döneminden kalma derin çukurlarda birikip, kireçlerini bırakarak vadiden aşağıya süzülüyordu. Kasabadan ayrılmadan önce, çukurların üzerinde boydan boya uzanan ve etrafında korkuluk bulunan tahta iskelelerden karşı yamaçtaki Arslan Yürekli Richard’ın kalesini seyrederken tarih bu olmalı diye düşündüm. Etrüskler, Romalılar, ortaçağ, Richard, Tarkovski, hepsi bir arada ve beraberdi.
Havuzun bir köşesinde tek odalı ve küçücük bahçeli ev vardı. Rehberimiz Christian’dan bu evin efsanevi bir geçmişi olduğunu, sahiplerinin üç kuşaktan beri büyük paralar ödeyerek almak isteyen Amerikalılara satmak istemediklerini duymak çok hoştu. Acaba pazarlık yapmak amacıyla Christian’ı da yanıma alarak şimdiki sahibesine gitsem bana satar mıydı? Eğer satsa ne güzel olurdu, her gün üç medeniyetin kucağında uyanıp, gerinerek, kendimi havuza atarak nasıl da mutlu olurdum…
Toskana’nın kalbinde ayrı bir yer taşıyan Montepulciano’ya yaklaşırken gördüğümüz manzara olağanüstüydü. Pienza ve hemen hemen diğer tüm ortaçağ kasabaları gibi surla çevrili ve yüksek bir tepeye kurulmuş olan Montepulciano – bunun nedeni eski çağlarda şehir devleti olan bu kasabalar arasında sürekli savaş olmasıydı – deniz seviyesinden 605 metre yükseklikte olup Toskana’nın en yüksek kasabalarındandı. Etrüskler tarafından kurulan kasaba, “asil şarap” anlamına gelen Vino Nobile şarabıyla ünlüydü. Kasabaya yol seviyesinden girdiğinizde yol, rota, yön ve gidiş anlamına gelen “corso” sizi dönerek, kıvrılarak kasabanın zirvesinde bulunan büyük meydana ulaştırıyordu. Son köşeyi dönüp karşımıza çıkan şarap mahzenine doğru yol alırken solumuzda kalan sur duvarları öylesine yüksekti ki, kendimi birden 1998 yılındaki ABD seyahatimde çıktığım New York’taki ikiz kulelerin doruğunda hissettim. Tepelere doğru beliren ve sonradan açıldığı her hallerinden belli olan küçük pencereler bir zindanının pencerelerini andırıyordu. Buna rağmen, ev sakinleri, çamaşırlarını bu küçücük pencerelerden uzattıkları asacaklara asmayı ihmal etmemişlerdi. Bir boğaza girmiş olduğumuzdan, keskin esen Montepulciano rüzgarında dalgalanan çamaşırlar ise kaleyi zaptetmenin huzuru içinde bağımsızlığını ilan etmiş bir devletin bayrağını andırıyorlardı.
Montepulciano’ya, genellikle yapılanın aksine, kasabanın arka tarafından girmiş ve meydana tırmanmıştık. Hemen her meydanda olduğu gibi bir kilise, bir belediye binası ve bir saat kulesi bize bakıyordu; biz de onlara. Meydana hakim taraftan bakan ve geç bir 16.y.y kilisesi olan Santa Maria Kilisesi’nde gördüğümüz pembe yanaklı Meryem ile kırmızı saçlı bebek İsa tablosunun fotoğrafını çekerken “Ne kadar da saf, temiz ve farklı görünüyorlar” demekten kendimi alamadım. Biraz da komik gelmişti.
Meydandan aşağıya, yani şehrin ana giriş kapısına doğru yürürken rehberimiz Christian bir Etrüsk mezarı görmek isteyip istemeyeceğimizi sordu ve aniden önünden geçmekte olduğumuz bir dükkana dalarak kayboldu. İlk bakışta küçük gibi görünen dükkana girdiğimizde sola doğru uzanan uzunca koridorun ucunda Christian görünüyordu. Yanına yaklaşırken etrafı temiz bir hava sardı ve koridorun ucunda aşağıya bir meyil yaparak daha da derinlere doğru giden daracık bir yol göründü. Dükkan bitmiş, mezar başlamıştı. Kenarda mezardan çıkan kötü kokuları gidermek için temiz hava üfleyen bir mekanizma çalışıyordu. Dükkandan biz çıktık, başka turistler girdi, onlar çıktılar, bir başkaları girdi ve bu böyle ad infinitum sürdü gitti. Söylemeye bile gerek yok, dükkan sahibi Etrüsk mezarını, Montepulciano Belediyesi de dükkan sahibini koruyordu.
Gün, uzun ve güzel geçiyor, yorgunluk hissetmiyorduk. Montepulciano’nun ana giriş kapısından çıkıp yokuş aşağıya doğru yuvarlanmaya başladığımızda arkamızda kalan kasaba daha da heybetli bir görünüm kazanmıştı. Aşağıya doğru yuvarlanırken solumuza düşen küçük bir evin panjurları açıldı ve pencereden başını çıkaran esmer yanık bir İtalyan elinde şarap kadehiyle bizleri selamladı. “Arrivederci Antonioni, arrivederci.” Tekrar görüşmek üzere, Montepulciano… Vino Nobile de Montepulciano şaraplarından içmek için tekrar geleceğim, bekle beni…
Konstantin Simonov’un dediği gibi:
“Yağmurlar içinde bekle beni
Karlar tozarken bekle
Ortalık ağarırken bekle
Kimseler beklemezken
bekle beni.”
İstikametimiz, tepesinde eski bir saray ile eski bir binanın bulunduğu, dört bir tarafı yamaç olan büyücek bir üzüm bağına sahip Palazzo Vecchio Çiftiliği’ydi. Akşam yemeğini burada yiyecektik. Otobüsümüz yol alırken rehberimiz Christian üzüm bağlarının etrafındaki güllerin sırrını açıkladı. Bu güller erken uyarı sistemi işlevi görüyordu. Eğer normal ömürlerinden önce dökülüp bozulmaya yüz tutarlarsa, belli ki bağlara hastalık geliyordu ve hemen önlem alınmalıydı.
Çiftliğin güzel kızı mahzeni gezdirip Nobile di Montepulciano şaraplarını tatmazı sağlarken, etrafımızda sevimli, şirin ve birinin adı Balu, diğerinin ise Gilda olan tuhaf iki köpek dolaşmaya başlamıştı. Öğlen yemeğimizi geç yediğimiz için sofraya oturduğumuzda iştahımız yok gibiydi ama, şarap şişelerinin biri gidip diğeri geliyordu. Bir ara yemek yediğimiz salondan dışarıya çıktım. Bir de ne göreyim, bir tarafta güneş batmış ve kızıl ışıklarını çiftliğe doğru ışınlıyor, diğer tarafta yeni doğmuş ay siyaha bulanan gökyüzünde pırıl pırıl parıldıyor, öte tarafta belli belirsiz görünmeye çalışan yıldızlar göz kırpıyor, uzaklardaki köylerin ışıkları ise göğe yükselmeye çalışıyordu. Elimdeki kadehi gökyüzüne doğru kaldırarak içinde bulunduğum büyük sessizliğe bir yudum aldım. Ortalıkta ne Gilda ne de Balu görünüyordu. Bir süre sessizliği dinledim. Sonra uzaklardan gelen bir köpeğin sesiyle kendimi çocuklumda ilk kez gittiğim tütün tarlasında buluverdim. Nostalji peşimi bırakmıyordu. Otobüsle Poggio Alla Sala Oteli’ne dönerken aklım hala büyük sessizlikteydi. Otele vardığımızda uzun bir gün nihayet sona ermişti. Bakalım, yarın bizi neler bekliyordu?
Üçüncü Gün / Cortona, Arezzo ve Floransa
İşte yine Etrüskler tarafından yine bir tepeye kurulan başka bir kasabaya doğru yol alıyoruz: Cortona. Buradan Arezzo’ya, oradan da Floransa’ya gideceğiz. Sessizlik içinde, üzüm bağlarının arasında, dev odalı, olağanüstü manzaralı otelimizi hüzün içinde terk ediyoruz.
Cortona’nın bulunduğu tepeye doğru tırmanırken, yamaçlarda ağaçların arasında kaybolan dev taş binaların mistik görüntüsü insana huzur veriyordu. Bir ara kendimi Nepal’deki Katmandu Vadisi’nde hissetme yanılgısına düştüm ama, bu yanılgı çabuk geçti. Çünkü, yolumuzu kaybetmiştik. Christian, seyahat boyunca hem yolcularla hem de şoförle konuştuğu için zaman zaman yolumuzu kaybettiğimiz oluyordu. Ama Christian durumu çabuk fark etti ve tırmandığımız yoldan geriye dönüp birkaç yüz metre aşağıya doğru inerek otobüsümüzü terk ettik. Şimdi yaya olarak aşağıya, Cortona’nın çevresinden merkezine doğru iniyorduk.
Deniz seviyesinden 494 metre yükseklikteki Cortona diğer Toskana şehir ya da kasabaları gibi daracık sokakları ile bizi içine alıverdi; biz de onun içinde kaybolduk. İndiğimiz yolun her iki tarafında da taş, küçük, mütevazı evler sıralanmış, bizi seyrediyorlardı; biz de onları. Yuvarlana yuvarlana giderken bilmem kaçıncı köşeyi dönüyor, aniden kendimizi kasabanın meydanında buluyoruz. Meydan bildiğiniz bir Toskana kasabası meydanı; filmlerdeki gibi. Zaten sıcak mı sıcak bir film olan “Under the Tuscan Sun” burada çevrilmemiş miydi?
Öğle yemeği için vakit geçirmek üzere daracık bir sokakta bulunan, garsonu sinirli bir kahvede kahvelerimizi yudumlayıp sohbet ederken, yanımızdan, yaşları altmışlar civarında olduğunu zannettiğim üç adam geçti. Birkaç metre önlerinde mini etekli genç bir kız yürüyordu. İlk bakışta kızı takip ettikleri izlenimi veren adamların biri mor bir pantolon, beyaz bir gömlek ve siyah bir yelek giymişti. İnce kaytan bıyıkları tipik bir İtalyan erkeğini simgeliyordu. İkincisi, ilkine göre daha kısa boylu, kıyafeti ise tipik bir İtalyan köylüsünü andırıyordu. Üçüncüsüne dikkat etmemişim, demek ki, ilk bakışta öyle fark edilecek bir özelliği yoktu. Üçünün de ortak yanı yanaklarının kıpkırmızı olmalarıydı; dut gibiydiler yani. Etraftaki yüzlerce gözün üzerinde olduğunu hisseden genç kız ise mor pantolonlunun kendisine attığı lafı umursamadan kıvırırken, başrol oyuncusu olduğu bu sahneden memnun görünüyordu. Oyuncular önce gözden kayboldular, sonra, bu kez ters istikamette tekrar sahneye çıktılar. Adamların arasındaki sohbet aynı heyecanla devam ediyor, genç kız çalımından bir şey kaybetmemiş, sekerek yürüyordu. Öğlen öğlen piyasa yapıyor olmalıydılar. Yemek vakti geldiği için son sahneyi izleyemedim. Yaklaşık iki saat süren öğle yemeğimiz büyük bir ritüele sahne olmuştu. Uzun bir masaya sıralanmış, yüzümüzü, aşağıda ve uzaklarda uzanan, kıyılarında Kartacalı general Hannibal’in Roma ordusunu bozguna uğrattığı Trasimeno gölüne vermiş, zamanı uzatıyorduk. Bir arkadaşımız, bu oturuşumuzun şeklini Leonardo’nun “Son Akşam Yemeği” adlı ünlü tablosuna benzettiyse de, hala yemek yiyebildiğimize göre, bu yemeği “Uzun Bir Öğlen Yemeği” olarak tescil edebiliriz.
Şimdi bir başka şehre, Roberto Benigni’nin oynayıp yönettiği Hayat Güzeldir, “La Vita é Bella”nın çekildiği Arezzo’ya gidiyoruz. Üstelik de vaktimiz daraldı; akşama Floransa’da olmalıyız. Şehir, Orvito, Montepulciano ya da Cortona gibi çok yüksekte kurulmamış. Otobüsümüz bizi şehrin periferisi ile Hayat Güzeldir’in bir çok sahnesinin çekildiği Büyük Meydan, Piazza Grande, arasında bir yerlerde bırakıyor ve biz de Christian’ın önderliğinde önümüzde ağır ağır yükselen yolu kat etmeye koyuluyoruz.
Yine yolun sağına soluna dizilmiş bir çok kilise bizi izliyor, biz de bazılarına giriyor, bazılarını es geçiyoruz. Aşağıdan Piazza Grande’ ye girerken solumuzda kalan Santa Maria della Pieve Kilisesi’nin yan duvarları yükseliyor ve biraz sonra Büyük Meydan’ı karşımıza aldığımızda, solumuzda biraz önce yükselen kilisenin tam arkasında yükselen ince sütunların birinde bir tuhaflık fark ediyoruz. Sütunlardan biri diz vermiş. Daha doğrusu, sütunun tam ortası bir insan dizine benzetilmek istenmiş. 11.y.y’dan kalma bir yapı üzerine 12.y.y’da Romanesk tarzda inşa edilen kilise, ilk kez 13.y.y’da, ikinci kez ise 1560 yılında Rönesans’ın ünlü mimar, ressam, tarihçi ve yazar Giorgio Vasari tarafından renove edilmiş ve rehberimizin dediğine göre diz veren sütun bir fark yaratmak amacıyla bu son renovasyonda yapılmıştı. Kilisenin 58 metre yükseklikteki masif kare oturuşlu ve üzerinde pencereler bulunan çan kulesi şehrin her tarafından görünüyordu. Büyük Meydan’a hakim tepedeki büyük binanın olağanüstü güzellikteki kemerleri de Vasari tarafından inşa edilmişti.
Yolumuza Etrüsk, Roma, ortaçağ ve nihayet Rönesans dönemi “eserleriyle” karşılaşarak devam ediyoruz. Dikkatinizi çekerim, eserleriyle diyorum, çünkü dolaştığımız tüm sokaklardaki her hangi bir ev bile gerçekten bir eser, hatta şaheserdi. İşte, M.Ö 500’lerde müzikteki matematiksel gizemi keşfederek ilk kez yazıya döken Pisagor’dan sonra, 11.y.y’da notayı keşfederek eserlerin kuşaklara bin bir güçlükle kulaktan kulağa değil de kağıda dökülüp enstrümanlar aracılığıyla aktarılmasını sağlayan Arezzo’lu Guido’nun, Guido d’ Arezzo, evinin önündeyiz; ne büyük mutluluk. Si dışında tüm notaların isim babası olan Guido d’ Arezzo Aziz Iohannes Battista ilahisindeki mısraların ilk hecelerinden alarak takmıştı.
Arezzo’daki kahvemizi, adını “La Vita é Bella” filminden alan kahvede içip Floransa’ya doğru yola çıkıyoruz. Akşamüzeri yedi civarında Floransa’dayız.
Amerikan Konsolosluğu’nun iki sokak arkasında, adı Anglo – Amerikan olan otelimize yaklaşırken, konsolosluğun güvenliği nedeniyle civardaki sokakların araç girişine yasaklanmış olması, yolumuzu uzatmamıza neden olmuştu. Otelin bulunduğu sokağa arka sokaklardan ulaştık ve gerekli işlemlerden sonra yorgunluğumuzu atmak üzere odalarımıza çekildik. Akşam hazır bir program olmadığı için herkes programını kendi yapacaktı.Tur liderimiz Murat Kartal ve bir arkadaşımızın önerisiyle bir et lokantasına gittik. Bilenler bilir ama yine de geçerken söylemeliyim. Avrupa’da az, orta ve çok pişmiş et kavramı Türkiye’de, çok az pişmiş hatta neredeyse pişmemiş, az ve orta şeklinde sıralanır. Birkaç yıl önce Paris’de gittiğimiz bir lokantada garsona yediğim etin pişmemiş olduğunu söyleyince garson, karıma Fransızca “Mösyö kösele mi istiyor?” diye sitem etmiş, ben de “O dediğin ayakkabıya çakılır, ben mideme indirmek istiyorum” demiştim. Bunu hatırlayınca bu kez yine çok az pişmiş bulduğum etimi hiç tartışmaya girmeden biraz daha pişirttim.
Ertesi gün kahvaltıdan sonra Floransa’yı turlamak için yola çıktığımızda güneş kendini göstermekle göstermemek arasında gidip geliyor, gökyüzünde biriken bulutlar yağmur olarak dökülmeye can atıyordu. Bir gün kalacağımız Floransa’da bu durum kabul edilebilir değildi. Her şeye rağmen yürümeye devam ettik.
Ortasından geçen Arno Nehri ile kuzey – güney olarak ikiye bölünen Floransa’yı, üzerinde sarrafların bulunduğu Vecchio Köprüsü’nden kuzey – güney istikametinde ya da ters yönde kat ederseniz, görülebilecek meydan, müze, kilise ve diğer tarihi mekanların önemlice bir kısmını görebilirsiniz.
Nehre doğru yürürken, önce, Amerikan Konsolosluğu’nun yanı başındaki, İtalyan Devleti’nin kurulmasına öncülük eden, bir çok ülke halklarının kurucuları için yaptıkları gibi İtalyanlar tarafından da kahraman ilan edilen yurtsever ve devrimci Garibaldi’nin heykeliyle karşılaşıyoruz. Yağmur olup yavaş yavaş dökülmeye başlayan bulutların aralanmasıyla bir süre önce kapıldığımız endişe birden bire sevince dönüşüyor ve ara sokaklardan kuzey istikametinde yürümeye devam ederek Piazza della Repubblica yani Cumhuriyet Meydanı’na – ilginçtir, İtalya Cumhuriyet meydanlarından geçilmiyor; ne güzel – varıyoruz. Tipik bir Roma şehrinin forumu niteliğini taşıyan meydan insan kaynıyor; tıpkı Hindistan’da gördüğüm meydanlar gibi cıvıl cıvıl. Dar bir sokağa girip köşeyi döndüğümüzde, ortasında göğe doğru dev bir kütle gibi yükselen, etrafında kıvrılarak yüzlerce metreyi bulan turist kuyruğunun oluştuğu, yapımına 1296 yılında başlanan ve 140 yılda tamamlanan Gotik tarzda inşa edilmiş ünlü Floransa Duomo’sunun (Basilica di Santa Maria del Fiore) bulunduğu Duomo Meydanı’na ulaştığımızda saat 11’e geliyordu. Zaman da ne kadar hızlı akıp gidiyor diye düşünmeden edemedim. Eşimle, bu kısa günde bu uzun kuyruğa girmek akıl karı değil diye karar vererek yolumuza devam ediyor, bu kez farkında olmadan güneye doğru yol aldığımız için kendimizi ünlü Uffizi Müzesi’nin yer aldığı Piazza della Signoria’da buluyoruz.
Medici Ailesi için, inşasına 1560 yılında Arezzo’daki Santa Maria della Pieve Kilisesi’ni de renove eden Giorgio Vasari tarafından başlanan ve Vasari’in dizaynına göre Alfonso Parigi ve Bernardo Buontalenti tarafından 1581 yılında tamamlanan, koleksiyonunda Leonardo da Vinci, Boticelli, Michelangelo, Rafael, Dürer, Rembrandt gibi pek çok ünlü sanatçının eserlerinin sergilendiği Batı dünyasının bu en eski ve en ünlü müzesine umarım bir sonraki Floransa seyahatimde girebileceğim. İşte o zaman, Boticelli’nin dev bir deniz kabuğunda göğe doğru yükselen olağanüstü güzellikteki Venüs’ü resmeden ünlü “Venüs’ün Doğuşu” tablosunu görme imkanım olacak. Kuşkusuz, Galleria dell’ Accademia’daki Michelangelo’nun ünlü Davut heykelini görmeden Floransa’dan ayrılmam söz konusu olmayacak. Elimden gelen her şeyi yapacağım ama, bakalım Michelangelo’nun konuşturamadığı Davut’u konuşturmam mümkün olacak mı? Göreceğiz.
Müzenin etrafındaki Galileo, Dante, Machiavelli ve diğer ünlü İtalyan bilim insanı, yazar ya da sanatçılarının heykellerinin fotoğraflarını çektikten sonra Vecchio Köprüsü’nden güney istikametinde yürüyerek Piazza de Pitti‘ye vardığımızda hayli yorulmuştuk. Bu nedenle Palazzo Pitti’nin ana giriş kapısına doğru hafif eğik bir meydandan ibaret olan bu alanda, diğer turistler gibi kendimize oturacak bir yer buluyor, çantalarımızı yere koyup ayaklarımızı uzatarak dinlenmeye çekiliyor, biraz önce aldığımız dondurmalarımızı keyifle yiyoruz. Bir çok uzmana göre ürkütücü ve gereksiz ölçüde kocaman bulunan Pitti Sarayı, adını, yapımı için 1458 yılında görevlendirilen ve Medici Ailesi’ne yakınlığıyla tanınan Luca Pitti’den almıştı. Saraya girecek zamanımız olmadığı için bir süre dinlendikten sonra otelimize dönüyoruz.
O da eksik kalmasın diye, akşam yemeğinden önce, yapımına 1013 yılında başlanan ve şehrin en yüksek noktasına Romanesk tarzda inşa edilen, dolayısıyla Floransa’ya tepeden bakan, İtalya’nın en güzel kiliselerinden San Miniato al Monte Bazilikası’nı ziyaret ediyoruz. Ortalık evlenen çiftlerle dolu ve törenini tamamlayanlar otomobiline atlayarak uzaklaşıyorlar.
Akam yemeğimizi Floransa’ya 22 km uzaklıkta Verrazzano Kalesi’nin yakınlarındaki Ristoro L’Antica Scuderia’ da, Badia bağlarına karşı gün batımını seyrederek yerken, şarap çeşitlerini tadıp zamanı uzatıyoruz. Uzayan zaman, Roma Havaalanı’na gelişimizden bu yana henüz 4 gün geçmiş olmasına rağmen, sanki 40 yıllık Floransalıyız da dönüp geriye baktığımızda sanki her şeyi unutmuşuz hissini veriyor. Ama otelimize dönüp eşyalarımızı toplamaya başladığımızda ertesi gün seyahatimiz son günü olduğunu ayırdına varıyoruz.
Otobüsümüz Floransa’dan Bologna’ya yaklaştıkça, bizi ilk önce, uzaklarda 300 metre yükseklikte bir tepede kurulmuş olan Kutsal Madonna di San Luca Kilisesi karşıladı. Yolumuza devam ederek tepeyi, dolayısıyla kiliseyi arkamızda bıraktığımızda, kilisenin bulunduğu tepeden başlayarak yamaç aşağıya doğru uzanan, uzaktan Çin Seddi’ni andıran uzun kemerler uzanıyordu. Bu kemerler Bologna’nın adeta simgesiydi ve şehrin merkezindeki hemen hemen tüm binalar yollara bir kemerle bağlanıyordu. Orta çağda çevre ülke ya da şehirlerden gelip akşamları bu kemerlerin altıda geceleyen üniversite öğrencileri için – Bologna Üniversitesi[3] tüm Avrupa’dan öğrencilerin geldiği dünyanın en eski ve en ünlü üniversitelerindendir – otel olan bu kemerlerin bazılarının tavanlarındaki kabartmalar bir sarayın tavanını andırıyordu. Ana yoldan Bologna çıkışına geldiğimizde trafik levhasında Bologna’nın rengini açığa vuran bir yazı vardı: Bologna: Stalingrad, Stalin’in Şehri. Rehberimiz Christian’ın anlattığına göre şehirdeki Lenin ve Stalin adları kaldırılmıştı ama, bu levha hala duruyor ve her şeyi açıklıyordu.
Yine kökleri Etrüsklere giden bir şehirdeyiz. Bologna’yı umduğum gibi buldum; eski, ama epeski, güzel, ama çok güzel. İtalya’nın kuzeyindeki Emilia – Romagna Bölgesi’nde yer alan ve “Kızıl Şehir" olarak anılan şehir orta çağ mimarisinin birçok örnekleriyle doluydu ve ismini de binaların çoğunun kırmızı tuğlalı olmasından alıyordu. “Kızıl Şehir” olmasının bir diğer nedeni de ana yoldan Bologna çıkışındaki levhada yazılanlardan anlaşılacağı üzere şehrin yıllardır solun hakimiyetinde olmasıydı.
Binaların önlerindeki her biri birer sanat şaheseri olan binlerce kemerin altından geçiyor ve şehrin merkezi, hatta kalbi sayılan Piazza Maggiore’ye, Maggiore Meydanı, doğru yürüyoruz. Meydana geldiğimizde hemen sağımızda, restore edilmekte olan ünlü San Petronio Bazilikası yükseliyor. Kısa bir kahve molasından sonra tekrar yola koyuluyor ve kırmızının her tonuyla renklenmiş, kemerlerinin altında binlerce turistin geçtiği epeski ama dimdik ayakta duran binalara baka baka yürümeye devam ediyoruz. Bir köşeyi dönüyor başka bir meydanla, başka bir köşeyi dönüyor bambaşka bir meydanla karşılaşıyor, bir süre sonra adete meydan meydan içinde oyununu oynamaya başlıyoruz. İşte şimdi de Neptün Çeşmesi’nin bulunduğu Neptün Meydanı’ndayız. Neptün, çıplak, elinde üç başlı asasıyla ayakta duruyor, hemen ayaklarının yanında melek bebekler oturmuş aşağıya bakıyorlar, onların altındaki kısımda ise iri memeli kadınlar geriye kaykılıp iki elleriyle memelerini kavramışlar saki sakin oturuyorlar ve 16.y.y’dan bizi seyrediyorlardı.
Sosyal yaşamın kalbi sayılan meydanlar cıvıl cıvıl genç öğrencilerle doluydu. Çeşitli kümelere ayrılmışlar ve ellerinde rengarenk bayraklarla çevreci bir eylem yapıyorlar, bir başka meydanda ise bisikletli protestocular klaksonlarını ya da zillerini çalarak tur atıyorlardı. Ortalık, günlerden pazar olmasına rağmen capcanlıydı.
Yine başka ve küçük bir meydandayız, hemen karşımızda da biri 97, diğeri 48 metre yüksekliğinde, ilkinin adı Asinelli, ikincinin Garisenda olan ve 12.y.y’da yılında inşa edilen, kısası hayli eğik olan Bologna’nın ikiz kuleleri yükseliyordu. Hemen her yerden görebileceğiniz bu kulelerde restore ediliyordu.
Zamanımız sınırlı olduğu için bir meydan lokantasında “bresaola”, yiyip maden suyu içiyor, gezimize devam ediyoruz. 5.y.y’da inşa edilen Santo Stefano Baziliği ile 11. y.y’da inşa edilen dev Bologna Katedrali ziyaret ettiğimiz dini eserlerden sadece ikisiydi. Katedralde pazar ayini olduğu için fazla gezememiş ama, orgun mistik havasına kapılarak dalıp gitmiştik.
Günün üçte ikilik kısmında ancak bu kadar gezilebilirdi. Havaalanına geldiğimizde şoförümüz ve rehberimizle vedalaşarak bir süre bekledikten sonra uçağımıza binerek havalandık. Pencere kenarında oturan eşime, Bologna’ya girerken bizi karşılayan bir tepeye kurulmuş Madonna di San Luca kilisesini gösterirken, kiliseden aşağıya doğru uzanan kemerler tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Ben de elimi hafifçe kaldırarak bakire Meryem Madonna’ya bir selam gönderdim.
2012 ilkyazı İtalya’da böyle başladı…
6 Mayıs 2012
Bülent Gündoğmuş
[1] 23-27 Mayıs 2012 tarihleri arasında eşimle birlikte Present Tour’un düzenlediği bir Toskana turuna katıldık. Tur boyunca rahat etmemizi sağlayarak en güzel yerleri gezdiren ve en güzel yemekleri yememizi sağlayan Present Tour kurucu ortağı sevgili Murat Kartal ve gerek bilgi birikimi gerekse bitmez tükenmez enerjisiyle ufkumuzu açan, 6 dili mükemmel düzeyde konuşabilen, müstesna insan, kelime cambazı, rehberimiz, “guida”mız Christian Petrini’ye sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Her hangi bir karışıklığa meydan vermemek için, metindeki yer adlarını genellikle İtalyanca orijinal dili ile, Toskana, Roma, Floransa gibi alıştığımız yer adlarını ise Türkçe söylendiği gibi kullandım.
[2] Rönesans, yani yeniden doğuşun merkezi olan Floransa Toskana’nın başkentidir ama Toskana’da daha önce gezdiğimiz Etrüsk kasabalarına rağmen, orijin olarak bir Roma şehridir. Floransa’da sadece bir gün bir gece kaldık. Hem açık hem de kapalı bir müze şehri olan Floransa’da bir gece ve bir günde ancak kısa bir tur atılabilirdi, biz de öyle yaptık. Müzelere, bir gün önceden rezervasyon yapıldığı için girme şansımız olmadı, dolayısıyla Michelangole, yani Mikelanj’ın, tamamladıktan sonra üzerine çekicini fırlatarak “Konuş be adama, konuş” dediği o ünlü Davut heykelini göremedik. Bu nedenle bu bölümü daha sonra detaylandırmak üzere kısa yazıyor, hevesimi bir dahaki geziye saklıyorum. Görebildiğim kadarıyla Floransa hiç olmazsa ancak dört beş gün gezilerek sindirilebilecek bir şehirdir.
[3] 1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesi Encyclopaedia Britannica’ya göre Avrupa’nın ve Batı Dünyası’nın, Wikipedia ve rehberimiz Christian’a göre ise dünyanın en eski üniversitesidir. Küçük bir kaynak taraması ile Mısır’daki El – Ezher Üniversitesi’nin 970 yılında kurulmuş olması nedeniyle dünyanın en eski üniversitesi olduğunu öğrenebilirsiniz ama bu tarihsel tartışmayı uzmanlarına bırakmak daha doğrudur. Çünkü İstanbul Üniversitesi’ni Bizans’a kadar götürüp en eski olarak niteleyenler de vardır. Dante, Erasmus ve Kopernik Bologna Üniversitesi'nin ünlü öğrencilerinden sadece bir kaçıdır. Latince adı Alma Mater Studiorum Universita di Bologna’dır ve buradaki Alma Materbesleyen anne anlamına gelir. Üniversite adının ilk kullanıldığı bu üniversitenin 23 fakültesinde günümüzde 100.000 öğrenci eğitim görmekte, ünlü yazar Umberto Eco burada semiyotik dersleri vermektedir.