Babam lületaşından pipo imal ederek yurt dışına ihraç eden Lutaş Kollektif Şirketinin sahibiydi. Bundan dolayı sık sık yurt dışına giderdi. Çoğunlukla annemle birlikte giderlerdi. O dönemde yurt dışına çıkmak çok önemliydi. Hatırlıyorum bir dönem yurt dışına çıkışlara kısıtlama getirilmişti. İki yılda bir yurt dışına çıkış izni veriliyordu. Babamlar, bu dönemde bile ihracatçı belgesine sahip olduğu için yılda birkaç kez yurt dışına çıkabiliyorlardı. Onlar seyahatteyken biz ablamla okula gitmek zorunda kalıyorduk. Tek isteğimiz okul yerine yurt dışına gitmekti ama o dönem için imkansızdı.
Bizimkilerden seyahat detaylarını, gördükleri yerleri, karşılaştıkları ilginç olayları ve insanları defalarca dinlemeyi çok seviyorduk. Yetmişli yıllarda bize gelen spor ayakkabı bile bizim için çok büyük bir şanstı. Ayrıca babamla seyahat planı yapmak da çok keyifliydi. Tabi ki bunlar benim için ileride kendi seyahat programımı yapmak demekti.
Kendi seyahat programımı ancak liseyi bitirdikten sonra yapabildim. 1985 yılında yurt dışına çıkan nadir insanlardan biri olmuştum. İlk gördüğüm şehir Viyana’ydı. Çok etkilenmiştim. Pırıl pırıl bir şehirdi. Tramvaylar yeni yapılmış, gıcır gıcırdı. İstanbul’da Leyland’lar ile ulaşım sağlanıyor ve genelde yolda kaldıklarını düşününce aramızdaki farkı net bir şekilde görebiliyordum. En son Viyana’ya gittiğim zaman tramvaylar bir hayli eskimişti ama yolda kalacak kadar değil. Tramvayların eskidiğini görünce acaba ben de mi eskidim diye düşündüm.
Viyana’dan sonra Almanya’ya geçip tren istasyonun da babamla buluştum. Tabi ki o dönemde Almanya’da buluşmak, kolay iş değildi. Plan program isterdi. İnternet, faks yoktu. Nasıl yapmış bilmiyorum ama babam tren saatlerini öğrenmişti ve biz yakalamamız gereken treni yakalayıp, 5-6 saat beklemekten kurtulmuştuk.
Viyana sonrası Almanya bana sönük gelmişti. Hayalleri ile büyüdüğüm ülke beklediğim etkiyi yapmasa da gittiğim spor mağazasından çok etkilenmiştim. Büyük geldi, küçük geldi stresi olmadan istediklerimi deneyerek alabilecektim. Tabi ki bu benim için muazzam bir şeydi.
Viyana’da kalırken öğrenci yurtlarının yazın Hostel olarak kullanıldığını görmüştüm. Konaklama ve yemek fiyatları normal fiyatlardan çok daha ucuzdu. O dönem seyahat edenlerin sayısı artmaya başlamıştı. Fakat öğrenciler için çok zordu. Erkek öğrenciler için durum daha zordu. Askerlik şubesinden tecilinizi yaptırmadan pasaport alamazdınız ya da uzattıramazdınız. Askerliğini yapmayanların pasaportları en fazla bir yıl uzatılabiliyordu. Her yıl askerlik tecili yapıldığı için okul kapanınca alınan belge ile tecilinizi yaptırıp, pasaport alabiliyordunuz. Vize gereken ülkeler en az 6 aylık pasaportlara vize verdiği için erkek öğrencilerin Aralık – Haziran arası seyahat etmeleri pek mümkün olmazdı. Pasaport harçları, yurt dışına çıkmak için ödemek zorunda olduğunuz 100 Usd (o zaman çok daha değerliydi) konut fonu derken daha yurt dışına çıkmadan maliyetler çok yükseliyordu.
Ayrıca yurt dışında karşılaştığım insanlar Türkiye hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmiyorlardı. Türkiye’de fes giyildiğini falan zannediyorlardı. Türkiye’nin tanıtılması için üniversite öğrencilerinin seyahat etmesi gerektiğini düşünüyordum. Onun için uygun fiyatlı bir tur düzenlemek istiyordum. Bunun için Viyana’da gördüğüm hostelleri, diğer Avrupa şehirlerinde de bulmaya karar verdim. Yurt dışında yaşayan tanıdıklarımdan yardım istedim. Türkiye’de bu işle uğraşan kişilerle temas kurdum. Birçok ülkede turizm ofisleri ile yazışıyordum, daha doğrusu mektuplaşıyordum. Sadece bir öğrenci olarak yazıyordum. Resmi bir sıfatım olmamasına rağmen yazıştığım kişiler bana çok yardımcı oluyorlardı. Bana ilgili yerlerin adreslerini gönderiyorlardı. Okulda mektuplar kaybolur diye Eskişehir’de babamın şirket adresini vermiştim. Yazışmaları takip etmek için sık sık Eskişehir’e gitmek zorunda kalıyordum. Lisede babamdan daktilo yazmayı öğrenmiştim. Bu çok işime yaradı. Tüm yazışmalarımı daktilo ile yapıyordum. Resmi bir sıfatım yoktu ama yazışmalarım çok resmi ve ciddiydi. Bunun için tanıdıklarımdan yardım da alıyordum. Belki de bu kadar yardımcı olmalarının sebebi buydu. Bugün o daktilo ve babamın dükkanındaki telefon şirketimizin girişinde duruyor.
Bu mektuplaşmalar 4-5 ay sürdü. Rezervasyon yaptığım yerler ödeme istiyorlardı ama Türkiye’den döviz havalesi yasaktı. Bunu söylediğimde pek anlamıyorlardı. Bazıları rezervasyonu iptal edip, bazıları varış da ödemeyi kabul ediyorlardı. Fakat bir problem vardı. İki tarafın da birbirinin sözüne güvenmesi gerekiyordu. O dönem Avrupa’nın imajı çok iyiydi. Onlar üstün, onlar dürüst, onlar çok iyi bilir... Maalesef ilk defa ben onların yalanları ile tanışacaktım. Münih’deki hostel söz verdiği halde bizim yerleri satacaktı ve biz de bir geceyi otobüste geçirmek zorunda kalacaktık. Her ne kadar bir gecelik ücreti iade etmiş olsamda, ömrümün yarısı gitmişti.
Babam iki işten nefret ederdi. Turizm ve butik. Ablam butik açtı, ben de turizmci oldum. Buna rağmen babam bana hep yardımcı oldu. Mektuplaşmanın ne kadar sıkıntılı olduğunu babam da farkındaydı. Bana gelen adreslerin bazılarında teleks numarası vardı. O dönem teleks çok pahalı ve bağlanması bir yılı bulan erişilmez bir şeydi. Babam Eskişehir Ticaret odası ile görüşmüştü ve ücret karşılığında onların teleksini kullanabileceğimizi söylemişlerdi. Bu beni çok rahatlatmıştı. Artık yazışmaların çoğunu teleks ile yapıyor, rezervasyon için teleksi olanları tercih ediyordum.
İlk organize ettiğim turdan şunu öğrendim. Başkasının sözü ile yola çıkıyorsun. Yola çıktığın kişi yanlış yaparsa tüm sorumluluk sana kalıyor. Bundan sonra yola çıkacağım kişilere daha fazla dikkat etmem gerekiyor ve her şeyi tek tek kontrol etmem gerekiyordu. Artık Avrupalı’da bizim bildiğimiz ve güvendiğimiz Avrupalı değildi benim için.
Teleks benim için bir dönüm noktası olmuştu. Yazışmalar mektuplara göre bayağı hızlanmıştı ve kaybolma riski de yoktu. Bu iletişim yolunu babamın şirketi için de kullanmaya karar verdik. Şirketin ortağı olmuştum. Yurt dışı pazarlamasını ben yapıyordum. Interrail ile tüm ülkelere gidip yeni pazarlar arıyordum, fuarları geziyordum. Akşamları da otelleri gezip, broşür topluyordum. Kalan zamanda da okula gidiyordum. Arkadaşlarım yurt dışında okuyor diye bana takılıyorlardı.
Babamın işleri için çok güzel şeyler yapıyordum. Lületaşından sanat eseri yapıyorduk ama uç kısmı polyesterdi. Oda fazla içilince deliniyordu. Bu yaptığımız sanat eserine yakışmıyordu. Yurt dışındaki firmalar çok kaliteli malzemeler kullanıyorlardı ama bunları Türkiye’de yapmamızın imkanı yoktu. Babam filitre takılabilen, plastik yerine teflondan uç yapmayı başarmıştı. Bu gerçekten bir devrimdi. Yıllarca babamdan başka kimse yapamamıştı. Ta ki Almanya’dan bizim pipomuzu alıp, inceleyene kadar...
Bu uç meselesini çözmem gerekiyordu. Böyle güzel bir sanat eserine yakışan ağızlıkları bulmam gerekiyordu. Hem bizim Avrupalı’dan ne eksiğimiz vardı ki? Uzun bir araştırmadan sonra İtalya’da bir üreticiye ulaştım. Dunhill, Gubbles, Savinelli gibi sektördeki dünya devlerine akrilik uçlar üretiyordu. Ne kadar sağlam olduğunu anlatmak için köpekbalıkları dahi bu uçlara zarar veremez diye reklam yapıyorlardı. Uçları yapan firma ile randevu alıp görüşmeye gittim. Kendisinin çok büyük miktarda üretim yaptığını, küçük miktarda üretim yapamayacağını, ayrıca bizim filitre sisteminin onların ürettiklerine göre çok ters olduğunu söylemişti. Ben de bizim pipoların fabrikasyon olmadığını, el yapımı olduğu için büyük miktarların imkansız olduğunu anlatsam da önce ikna edememiştim. Oradaki tanıdıklarımız aracılığı ile birkaç görüşmeden sonra kabul etmişlerdi. Artık bizim pipolarımızı da köpekbalıkları bile içebilecekti :) Ayrıca Dunhill gibi devler ile aynı uçları kullanıyorduk.
Akrilik ucun yanında Viyana’dan preslenmiş kehribar ucu getirmiştim. Hayalim Kehribar’dan (amber) uç yapmaktı. Üretim yerine ulaştım. Polonya’nın Gdansk şehrindeydi. Randevu alıp gittim. Berlin duvarı yeni yıkılmıştı ve Polonya dışa açılmaya başlamıştı. Tren Berlin aktarmalı gidiyordu. Berlin o dönem Türkler için çok tehlikeliydi. O dönem dazlaklar diye adlandırılan ırkçı Alman grupları Türkler’e saldırıyorlardı. Polonya daha da tehlikeliydi. Herkes taksiye binmememi söylüyordu. Berlin’de dazlak gruplarını gördüm ama benim Türk olduğumu anlamadılar ama pazar sabahı 5’de Gdansk’a indiğim zaman hayatımda ilk defa bir seyahatte korktuğumu hissettim. İndiğim istasyon hala 2. Dünya Savaşı dönemini yaşıyordu. Tahminim istasyonu evsizler kullanıyorlardı ve onların içinde ben sırıtıyordum. Otelin yerini öğrenmek için danışmaya gittim ama kapalıydı. Açılacağı da yoktu. O saatte taksiye de binemiyordum. İstasyonda da bekleme şansım yoktu. Kendimden emin adımlarla gideceğim yeri çok iyi biliyormuş gibi istasyondan çıktım. Önünde bekleyen taksicileri görmezden gelip yoluma devam ettim. Yolda o saatte açık bir market buldum ve vakit geçirmek için içeri girdim ve İngilizce bilen bir kişiye rastladım. Adam ne kadar tehlikeli bir iş yaptığımı ima etti ve otelin 400 metre ileride olduğunu tarif ederek söyledi. Otele vardığımda yeri öpebilirdim. Oteldekiler de o saatte otele gelmeme şaşırdılar. Hepsi aynı soruyu sordular. Taksiye binmediniz değil mi?
Ertesi gün müşteri ile görüştüm. Kehribar çok sert ve ısınmayan bir madde olsa da işlerken çok kırılgan bir özelliği vardı. Bizim filitre genişliği ve uzunluğu ile uç üretmek imkansız gibi bir şeydi. Dünyanın en ideal piposunu üretmeyi başaramamıştım ama en azından denemiştim.
Bu arada New York’ dan sonra, Frankfurt’taki dünyanın 2. en büyük hediyelik eşya fuarında standı olan 4 Türk şirketinden birisiydik. Bir tanesi de Şişecam’dı. Büyüklüğünü siz hesap edin. Bu fuarda stand kurmak gerçekten çok zordu. Yurt dışında birisine çizimlerini gönderip stand yaptırmak, onların hesaplarını yapmak ve uygun fiyatı bulmak hele o dönem de hiç de kolay değildi. Bununla da kalmıyor, müşterilerinizi davet edip, randevu takvimi oluşturup çok iyi organize olmanız gerekiyordu. Bunu çok güzel başarıyorduk. Dunhill, Gubbles, Savinelli gibi devler ile yan yana ve aynı uçlarla, aynı kalitede olmak kolay değildi. Bizim koleksiyon daha uzaktan göze çarpıyordu.
Bir gün Almanya’ da giderken bizim pipoların sergilendiği dükkana girdim ve babama yaş gününde bir Lületaşı Pipo almak istediğimi söyledim ve fiyatının neden çok pahalı olduğunu sordum. Tezgahtaki bayan camın üstüne kadife serdi. İzi kalmasın diye eldiven taktı. Vitrindeki pipoyu itina ile alıp anlatmaya başladı. Bunun el yapımı olduğunu, nikotini emme özelliği olduğunu, uçlarına köpekbalığının bile zarar veremeyeceğini yaklaşık on dakika hayranlıkla anlattı. Belki de hayatımın en mutlu on dakikası diyebilirim. Yaptığınız işi bir başkasının övmesi kadar büyük bir değer yoktur bence. Zaten o günden beri ne iş yaptıysam, başkaları tarafından övülsün diye yapmışımdır. Herkes kendi yaptığı işi öve öve bitiremez. Asıl değer başkasının övmesidir.
Çok güzel işler yaptıysak da, çok beğeni aldıysak da hayat adil değildi. Şirketimiz çok iyi bir yere gelse de tütüne karşı kampanya önümüzü kesiyordu. Amerika’da pazar o kadar küçülmüştü ki New York’daki fuarda stand açma hayali suya düşmüştü. Hayat tarzından dolayı gençler pipo içmek için zaman ayıramıyor, büyük yer kapladığı için rahat taşıyamıyor gibi sebeplerden sigara içmeyi tercih ediyorlardı. Yani müşteri arttıramıyordu. Tütüne karşı kampanya haklıydı ve beraberinde bir sürü yasak getirecekti. Bu da ne kadar çabalasak da işlerin daha fazla gelişmeyeceğini gösteriyordu. Artık hayatımda sadece turizm vardı. Sanat eseri gibi turlar yapacak, dünya liderleri ile aynı kalitede olacak, başkaları tarafından övülecek işler yapmak zorundaydım. Çıta çok yüksekti.
Babam Almanya’daki müşterimiz ile 16 yıl çalışmıştı. Bir kere bile gecikme yaşanmamıştı. Bir kere hatırlıyorum, yoğun kar yağışı yüzünden İstanbul-Eskişehir yolu kapanmıştı. Trenler seferleri gecikmeli olarak yapılıyordu. Babam siparişi yetiştirmek için yaklaşık 15 saatlik yolculuktan sonra İstanbul’a varmış, trenin ısıtmasında problem olduğundan dondurucu soğukta palto ile seyahat etmek zorunda kalmış ama siparişi yetiştirebilmişti.
Bu yazdıklarım benim hayat defterimin başında yerini alan hatırlardığım bana ilk tecrübelerimi yaşatan olaylardır. Turizme başladığımda herkes bana özellikle yabancı tedarikçiler, Almanlar gibi çalıştığımı söylüyordu. 1993 yılından beri Tursab’da hiç şikayetimizin olmamasının nedenlerinden biri yaşadığım bu olaylardan edindiğim tecrübeler olabilir diye düşünüyorum...